Berbere gitmeye üşendiği için saçlarını mum ile yakan bir adamın, dünyanın en ilham verici kitapçısını kurma hikayesini anlatacağım.
Paris’e yolu düşenler belki biliyordur. Notre Dame Katedrali’nin hemen çaprazında, Seine Nehri kenarında bir kitapçı vardır. Zaman zaman önünde caddeye kadar uzanan kuyruklar oluşturan, iki katlı, küçücük, daracık, gıcırdayan ahşap merdivenleri olan, İngilizce kitaplar satan bir yerdir burası.
Bu kitapçının üst katında, eski kitaplarla dolu rafların arasında yataklar görürsünüz. Bir yatağın yanıbaşında üstünde play me/beni çal yazan eski bir piyano, bir diğer yatağın başucunda antika bir daktilo durur. İki yatağın bulunduğu bir oda Paris şehir manzarasına açılır. Bu yataklar süs amaçlı değil, yazmaya gönül vermiş kişileri ücretsiz ağırlamak içindir.
1951'de açılan kitapçının yıllardır yaşattığı bir gelenektir bu.
Okuyarak ve yazarak geçireceğiniz bir gece karşılığında kitapçıda birkaç saat çalışırsınız. Bir de ayrılırken bir sayfalık otobiyografinizi yazar ve o güne dek orada konaklamış binlerce kişinin otobiyografisinin arasına kendinizinkini de eklersiniz.
Kitapçıyı kuran George Whitman’ın da tam olarak hayal ettiği gibi, bugüne kadar Henry Miller, Anais Nin, Ray Bradbury gibi tanınmış yazarların da aralarında bulunduğu yaklaşık otuz bin kişi o yataklarda gecelemiştir. Kimisi ilhamını orada bulmuş, kimisi kitabının ilk sayfalarını yazmaya hemen orada başlamıştır.
Diyordu ki George Whitman: “Yabancılara karşı hoşgörüsüz olmayın. Onlar kılık değiştirmiş melek olabilirler.”
Bu hayat mottosu ile Whitman kapısını her yabancıya açmıştı. Öyle ki, gelenler çekinmeden girebilsin diye dükkanın kapısını da hiç kilitlemezdi.
1913 yılında Amerika’da orta halli bir ailede doğan George Whitman, Paris’e ilk olarak 33 yaşındayken, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sorbonne Üniversitesi’nde araştırma yapmak için geldi. Ucuz, salaş bir otel odasında yaşamaya başladı ve Paris’e âşık oldu.
“İnsanların şair, hayatın bir şiir olduğu şehir” olarak tanımlıyordu Paris’i.
Bir yandan İngilizce dersleri vererek hayatını kazanırken, bir yandan da kendine bir kitap arşivi oluşturuyordu. Bu kitapları hem ödünç veriyor hem de satıyordu.
38 yaşına geldiğinde ailesinden gelen bir miktar parayı da kullanarak, kitapçının şu an bulunduğu yerde, hayalindeki o küçük dükkanı açtı. Ailesine yazdığı mektubunda “Sanırım, dünyanın bütün çirkinliğine ve güzelliğine artık güvenle bakabileceğim bir yer nihayet buldum” diyordu.
Açtığı bu kitapçının adını da Le Mistral koyacaktı.
Öte yandan, Whitman’dan önce 1920li ve 30lu yıllarda yine Paris’te; Hemingway, Fitzgerald, Ezra Pound gibi yazarların uğrak yeri olan ve Amerikalı Sylvia Beach tarafından kurulmuş Shakespeare and Company isimli bir kitapçı vardı. Sylvia Beach burayı Nazi işgali döneminde kapatmak zorunda kalmıştı.
George Whitman, Sylvia Beach’in hem toplumdaki entelektüel rolünü hem de kitapçısının ismini yaşatmak istiyordu. 1964'te kitabevinin ismini değiştirdi ve Shakespeare and Company yıllar sonra George Whitman ile yeniden hayat buldu.
George Whitman’ı tanıyan herkes onu kitaplarla yaşayan adam olarak tanımlıyordu. Hayattaki tek amacı kitapçısını biraz daha genişletebilmek olan, giyimini kuşamını çok önemsemeyen, paraya hiç mi hiç değer vermeyen, berbere gitmek istemediği için saçını mumla yakarak kesen biriydi o. Tuhaf, karizmatik, misafirperver, bazen de huysuz ve her şeye kayıtsız kalmayı tercih eden biri.
Mesela, George Whitman akşam yemeğine tanıdıklarını (veya tanımadıklarını) davet etmeyi çok seven biri olarak biliniyordu. Ama herkesi davet edip, sonra kendisi bir köşeye oturup kitap okuyacak kadar da olağan dışı ve anlaşılamaz bir kişilikti.
Ya da dükkana gelen yabancılardan bir süre oraya göz kulak olmalarını istiyordu. Kendisi o sırada dükkandan çıkıp gidiyor ve bir köşede kitap okuyordu. Bazen o yabancılara güvendiği için dükkanını onlara bırakırdı, bazen de sırf neler olabileceğini merak ettiğinden.
Whitman, bir süre sonra kitapçısını açtığı binanın üçüncü katında da kendisi yaşamaya başladı. Kitaplarla yaşayan adam unvanının hakkını verircesine gerçekten kitaplarla yaşardı. Yatak odasının üç duvarı boydan boya Freud ve Jung’un bütün eserleriyle, biyografilerle, şiirlerle, romanlarla, felsefe kitaplarıyla doluydu. Yastığının altında da bolca polisiye roman saklardı.
2011 yılında 98. doğum gününden iki gün sonra ölen Whitman geriye her şeyden değerli bir miras bıraktı: Shakespeare and Company’yi.
Midnight in Paris ve Before Sunset filmlerinde de birkaç dakikalığına görünen bu mirası, bugün 38 yaşındaki kızı ve kızının eşi beraber yaşatıyorlar.
Biz de, tıpkı yakın bir arkadaşımızın kitaplığında dolaşırmış hissi veren kitapçının daracık koridorlarında dolaşıyor ve mis gibi kitap kokusunu içimize çekiyoruz.
Merdivenler ilk günkü gibi gıcırdıyor. Üst katta hâlâ yazmaya ve okumaya gönül vermiş kişiler uyuyor. Biri piyanonun başına oturmuş, sevdiği bir parçayı çalıyor. Siz o büyülü ortamda artık kendinizi bir “yabancı” gibi değil, okuma ve yazma aşkıyla bir araya gelen kocaman bir ailenin ferdi gibi hissediyorsunuz.
17. yüzyıldan kalma bu binanın önünde durmuş, bahar ayında pembe çiçeklerini açan ağacı seyrederken aklınıza şu soru düşüyor:
Bir insanın insanlığa bırakabileceği daha değerli bir miras olabilir mi?
ve hayatı tıpkı George Whitman gibi yaşamak istiyorsunuz: Biraz umursamaz, biraz sıra dışı, zaman zaman huysuz ve yastığının altında kitaplar saklayarak.
Kitapçının torbalarında da yazan, Voltaire’in bir sözü var: “Bırakın, okuyalım ve dans edelim; bu ikisi dünyaya asla zarar vermeyecek.”
- Shakespeare and Company, 37 rue de la Bûcherie 75005 Paris.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Görüş ve Düşüncelerinizi Bizimle Paylaşmayı Unutmayın.